24 Kasım 2019 Pazar

RENK

           Çizgi, desen, şekil ve diğer birkaç unsurla birlikte renk, sanat eserini oluşturan temel yapı taşlarından biridir. Renk, eserin havasını değiştirmek için kullanılabilir, izleyicinin gözünü paletin belli bir noktasına çeker ve bir sanat eserindeki çeşitli nesneleri tanımlar. Sanatçının renk konusunda verdiği kararlar gelişi güzel gibi gözükebilir, ama çoğu zaman sanatçının bir amacı vardır.
        Çocuklara genellikle üç ana renk öğretilir: Kırmızı, sarı ve mavi (KSM). Onlara, bu renklerin farklı oranlarda karıştırılmasıyla hayal edilebilecek her rengin oluşturulabileceği söylenir. Bu, genellikle doğrudur, ama aslında KSM, ana renklerin yalnızca bir kümesidir. Başka renkler elde etmek için farklı renk karışımları da kullanılabilir: kırmızı, yeşil ve mavi (KYM) ve camgöbeği, mor ve sarı (CMS) gibi. Öte yandan, çoğu sanatçı için kırmızı, sarı ve mavi en gözde ana renkler olmaya devam ediyor.
İki ana renk karıştırılarak elde edilen renklere (örneğin, kırmızı ve mavinin karıştırılmasıyla elde edilen mora) ikincil renkler denir. Bir ana renkle ikincil bir renk ya da iki ikincil renk karıştırılarak elde edilen renklere ise üçüncül renkler denir; örneğin, mavi ile yeşilin karıştırılmasıyla elde edilen turkuaz gibi.
       Aristoteles’in, bir rengin izleyicide uyandırdığı izleminin, o renge ışığın nasıl vurduğuna bağlı olarak değişebileceğini öne sürmesiyle tamamlayıcı renk kavramı şekillenmeye başladı. Daha sonraları Aziz Thomas Aquinas, on üçüncü yüzyılda bu kavramı geliştirerek belli renklerin, bazı renklerle yan yana geldiğinde daha hoş göründüğüne dikkat çekti. Sözgelimi mor beyazla yan yana geldiğinde, siyahla birlikteyken olduğundan daha güzel görünüyordu. Rönesans döneminde Leonardo da Vinci gibi sanatçılar da kırmızı ve yeşil gibi bazı renklerin, yan yana koyulduğunda daha güzel göründüklerini fark ettiler, ama bunun nedenini çözemediler.
1704’te Isaac Newton Rönesans santçılarının gözlemlerinden yola çıkarak yedi renge bölünmüş bir daire oluşturdu. Birbirinin karşısında yer alan en fazla kontrast oluştururken, yan yana olan renkler en az kontrast oluşturuyordu. Daha sonraları onun dairesi, on iki dilime bölünerek bugünkü sanatçıların tabiriyle “renk çemberi” oluşturuldu.
“Tamamlayıcı renkler” terimi ilk kez, Britanya’da yaşayan Benjamin Thompson adındaki Amerikalı bir bilimci tarafından ortaya atıldı. Thompson yanan mumları gözlemlerken mumun ürettiği renkli ışığın ve gölgenin birbirini “tamamlayan” renkler içerdiğini fark etti (gri ya da siyah olarak görünen gölgeler, aslında onlara şekil veren ışığın oluşturduğu karışık renklerin bir bileşimiydi.) Bu olayın, spektrumun bütün renkleri için geçerli olduğuna ve her bir rengin onu eksiksiz tamamlayan bir eşinin olması gerektiği kanısına vardı.
Daha sonraları sanatçılar ve bilimciler, tamamlayıcı renklerin özelliklerinin, sadece yan yana kullanıldıklarında güzel görünmekten ibaret olmadığını keşfettiler. Nitekim zemin oluşturan rengin üzerine gelen bir başka renk, zemin rengini tamamlayan rengin özelliklerine bürünür. Örneğin, sarı zemin üzerine konulmuş bir kırmızı kurdele hafif mor bir ton kazanır, çünkü pembe sarının tamamlayıcı rengidir.
          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Prairie Evleri ve Usonian Evleri

     1867-1959 arasında yaşamış Amerikalı (Wisconsin'de doğmuş) mimar, iç mimar, yazar ve eğitimci olan  Frank Lloyd Wright  özgün mimar...